15 Mart 2010 Pazartesi

MÜNAFIK MÜSTAĞNİYETİ

MÜNAFIK MÜSTAĞNİYETİ

Onlar, Allah'a, hoşlarına gitmeyen şeyleri uygun görürler, dilleri de yalan olarak en güzel olanın 'kendilerinin olduğunu düzmektedir.' Hiç şüphesiz ateş onlar içindir ve hiç şüphesiz onlar (cehennemde) öncülerdir. (Nahl Suresi, 62)


Allah'tan korkan insanlar, her zaman her konuda Allah'ın yardımını ve desteğini beklerler. Hz. Musa'nın Kuran'da haber verilen, "Rabbim, doğrusu bana indirdiğin her hayra muhtacım" (Kasas Suresi, 24) sözüyle örnek verildiği gibi, her an kendilerini yaratana muhtaç olduklarının farkındadırlar. İşte müminlerle tamamen zıt özellikler taşıyan münafıkların 'müstağniyeti' bu noktada açığa çıkar.


'Müstağni' kelimesi Kuran'da 'hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını sanan' kişiler için kullanılır. Oysa hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, 'müstağni' olan yalnızca Allah'tır. İnsanlar ve diğer tüm canlılar da Allah'ın yarattığı ve her an O'nun dilemesiyle yaşamlarını sürdüren aciz, ihtiyaç içinde olan varlıklardır. Allah insanlara acizliklerini göstermek için şöyle seslenmektedir:


Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. (Hac Suresi, 73)


Ancak münafıklar, Allah'a karşı acz içinde olduklarının farkında değildirler. İçlerinde şeytanınkine benzer bir kibir taşırlar. İnsanları kandırabildiklerini sandıkları için hem Allah Katında hem de müminlerin gözünde küçük düşmüş olmalarına rağmen, kendilerini çok akıllı ve üstün görürler. Hep doğru yolda olduklarını düşünürler. Eksik ve hatalı olabileceklerine asla ihtimal vermezler. Bütün bunlar da, aslında bir hastalık çeşidinin alametleridir. İşte bu hastalığın adı yukarıda belirttiğimiz gibi 'müstağniyet'tir.
Nitekim Allah münafıkların kalplerinde hastalık taşıyan insanlar olduklarını ve ikiyüzlülükleri sebebiyle bu hastalıklarının artırıldığını bize şöyle bildirmektedir:


İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlarlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır. (Bakara Suresi, 8-10)


'Müstağniyet' hastalığı tarih boyunca bütün inkarcılarda görülmüştür. Allah, insanı cehenneme sürükleyen bu hastalığa Kuran'ın birçok ayetinde işaret etmiştir. Hastalığın tarihi şeytanla başlamıştır. Kendini, yaratılmışların en üstünü gören şeytanın müstağniyetinin ilk belirtisi, Allah emrettiği halde Hz. Adem'e secde etmemesi olmuştur. Bu şekilde davranmasının kendince açıklaması da, Hz. Adem'in topraktan, kendisinin ise ateşten yaratılmış olmasıdır.
Dolayısıyla dünya kurulduğundan beri tarih sahnesine gelen her inkarcı, şeytanla aynı karakter yapısını taşıması itibariyle onun bu özelliğini de üzerinde barındırır. İnkarcıların bir grubunu teşkil eden münafıklar için söz konusu olan müstağniyet de, ilk olarak şeytanın üzerinde tecelli eden bu müstağniyetin aynısıdır.


Müstağniyetin ilk belirtisi, kişinin, kalbinde hastalık bulunduğuna kesinlikle inanmamasıdır. Nitekim münafıklar da -Kuran'daki ifadeyle- kalplerinde 'hastalık' bulunduğuna hiçbir şekilde inanmazlar. Bu da hastalıklarının daha artmasına neden olur. Zira kendini müstağni yani eksiksiz, hatasız gören kişi, kötülüklerden ve günahlardan sakınmaz, buna ihtiyaç duymaz. Nitekim Allah Kuran'da, kendini müstağni görenin azgınlaşacağını haber vermektedir. Ayetlerde şöyle buyrulur:


Hayır; gerçekten insan, azar.
Kendini müstağni gördüğünden. (Alak Suresi, 6-7)


Münafıkların içlerinde yaşattıkları müstağniyetin çeşitli belirtileri ve sonuçları da vardır. Bunlar, Kuran ayetleriyle detaylı olarak tarif edilmiştir ve bu doğrultuda maddelendirilmesi konuya netlik getirecektir.


1) KENDİLERİNİ AYETLERE KARŞI SORUMLU HİSSETMEZLER


Kendilerini Allah'ın ayetlerinden müstağni gören, yani ayetlerin kendi durumlarını tarif ettiğinden habersiz olan inkarcı gruplarından biri münafıklardır. Kuran'ı okudukları halde, kendilerini birçok ayetin hükmünden uzak görürler. Örneğin, cehennemi tasvir eden ayetler mümin olanların korkusunu artırır, zira Allah'ın rızasını kaybetme ve cehenneme girme ihtimali her zaman vardır. Ancak münafık olanlar, kendilerini kesin olarak cennete layık gördükleri için bu ayetler onların üzerinde hiçbir etki uyandırmaz. Bu doğrultuda, birçok ayetin aslında tam da kendilerine hitap ettiğini göremez ve anlayamazlar.


Mümine ayetler hatırlatıldığında, ayetlerle öğütte bulunulduğunda, korkusu artar, büyük bir içtenlik göstererek, ayetlere icabet eder. Münafığa ayetle hatırlatma yapıldığında ise, neredeyse ayetleri duymuyormuş gibi davranır. Allah'ın hikmet dolu olan sözlerinden asla öğüt alıp düşünmez:


Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki, öğütten yüz çevirip duruyorlar?. (Müddessir Suresi, 49)


Ayrıca münafıkların en belirgin özelliği inançlarının yalnızca dillerinde olmasıdır. Nitekim ayetlere uyma konusunda da bu sahtekar yüzleri ortaya çıkar. Allah'ın ayetleri konusunda ne kadar duyarsız oldukları ve hatta ayetlerin hükümlerinden mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştıklarını Allah çeşitli ayetlerle bildirmiştir:


Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister. Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, o münafıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün. (Nisa Suresi, 60-61)


Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 23)


2) KENDİLERİNİ ÇOK AKILLI ZANNEDERLER


Münafıklar gerçekte akıl sahibi olmadıkları halde "kendi akıllarına" gereğinden çok fazla güvenirler. İçinde bulundukları durumun ne derece 'vahim' olduğunu fark edemezler. Yaptıkları her hareketin, verdikleri her kararın hep en isabetlisi olduğu zannı ile yaşarlar. Özellikle de din ahlakı konusunda tek otorite olarak kendi doğrularını görürler. İçlerinde taşıdıkları bu çarpık mantık sebebiyle, müminlerin yanlış yolda olduğunu dahi düşünürler. Nitekim bu mantıksız düşünceleri ayette şöyle bildirilir:


Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar şöyle diyorlardı: "Bunları (Müslümanları) dinleri aldattı." Oysa kim Allah'a tevekkül ederse, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal Suresi, 49)


Ayetten de anlaşıldığı gibi yalnızca kendilerinin doğru yolda olduklarını zannettikleri için, müminlerin aklını da beğenmezler. Halbuki müminler dünyada Allah'ın 'temiz akıl' verdiği yegane insan topluluğudur. Buna rağmen kendilerini herkesten üstün gören münafıklara, din ahlakını yaşama konusunda akıl sahibi müminler örnek verildiğinde, onların aklını beğenmediklerini açıkça belirtirler. Münafıkların müminler hakkındaki bu isabetsiz zannı ve aslında kendilerinin ne kadar 'zavallı' bir konumda bulundukları bir ayette şöyle buyrulmaktadır:


Ve (yine) kendilerine: "İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin" denildiğinde: "Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)


Ayette bildirildiği gibi münafıklar 'düşük akıllıdırlar' çünkü çok galiz yalanlar söyledikleri, dayanaksız tuzaklar kurdukları halde müminlerin bunları anlamadığını, elçinin bu oyunlarını ortaya çıkarmayacağını sanmaktadırlar. Ancak Allah zamanı geldiğinde ne kadar küçük duruma düştüklerini onlara da, diğer insanlara da gösterir.


3) KAZANÇLI OLDUKLARINI DÜŞÜNÜRLER


Münafıkları mümin topluluğunun içinde iken ayıran bir diğer yönleri de din ahlakını yaşama konusunda sürekli kendilerini geride tutmalarıdır. Kuran'da münafıkların kendilerini mümkün olduğunca mümin topluluğunun mücadelesinde geride tutmaya çalıştıkları, ağır davrandıkları şöyle bildirilmektedir:


Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet size bir musibet isabet edecek olsa: "Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım" der. (Nisa Suresi, 72)


Allah'a ve elçisine teslim olmamakla, mücadele etmemekle infak etmemekle ve daha birçok ibadeti uygulamamakla kendilerini 'karda' zanneden münafıklar, bu ibadetleri yerine getirirlerse kayba uğrayacaklarını düşünürler. Dolayısıyla Allah'ın rızasını aramadıkları ve kendilerini müstağni gördükleri için, bu ibadetleri yapmak onlara zor gelir.
Münafıkların kendilerini geri tutmakla kâr elde ettiklerini zannettikleri birkaç noktayı şöyle maddelendirebiliriz:


a) Mücadeleden kaçındıkları için:


Münafıklar ölümden çok korkarlar. Dünya hayatına şiddetle bağlı oldukları için, ölümün düşüncesi bile onları tedirgin eder. Ölümün Allah'ın emri olduğunu, kendilerine düşenin ölüm gelene kadar ihlasla ibadetlerini devam ettirmek olduğunu düşünmezler. Nitekim Allah Kuran'da Peygamberimiz (sav) dönemindeki münafıkların bu durumlarını haber vermiştir. Onlar, savaşa gitmeyerek de, kendi akıllarınca ölüm ihtimalini ortadan kaldırdıklarını zannetmişlerdir. Dolayısıyla bir bahane bularak savaşa çıkmamalarını kendilerince bir akıl gösterisi olarak değerlendirmişlerdir. Savaştan geri kaldıkları için içlerinde sakladıkları sevinci de Allah Kuran'da müminlere haber vermektedir. Ayette şöyle buyrulur:


Allah'ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler... (Tevbe Suresi, 81)


Oysa münafıklar yüzeysel düşünen insanlar oldukları için şunu hiç akıllarına getirmezler; ölüm insanı her yerde yakalayabilir. Tehlikeden kaçarak geride kalan kişinin, evinde otururken ölmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Ama başta da belirttiğimiz gibi münafıklar, içinde bulundukları yüzeyselliği kavrayabilecek bir anlayışa sahip değillerdir. Dolayısıyla da geçici bir kurtuluşu daha doğrusu kısa süreli bir ertelenmeyi kendilerine kar olarak görürler.


b) Müminlerle beraber olmadıkları için:


Allah mümin topluluğunu hayırla da şerle de denemeden geçireceğini bildirmektedir. Müminler dünyada ahireti kazanmak için bir imtihandan geçirilmektedirler. Dolayısıyla karşılarına kimi zaman hayırlı görünen, kimi zaman da şer gibi görünen ama Allah'ın sonucunu müminlerin hayrına çevirdiği çeşitli olaylarla karşılaşırlar. Kendileri bunun imtihanın bir sırrı olduğunun farkına vardıkları için her zaman aynı şevk ve gayretle Allah'ın rızasını kazanma yarışı içerisindedirler. Asla ümitsizliğe, korkuya kapılmazlar.


Ancak mümin topluluğunun arasında imtihanın sırrını kavrayamamış ve olayları yalnızca zahiri (yüzeysel) olan yönüyle değerlendiren bir grup vardır ki bunlar, münafıklardır. Münafıklar biraz önce de bahsettiğimiz gibi kendilerini olaylardan mümkün olduğu kadar geride tutmaya çalışırlar. Hatta imkanları varsa mümin topluluğundan da ellerinden geldiğince uzak dururlar. Bunun nedeni, müminlerin karşılaştıkları zorluklarla karşılaşmak istememeleridir. Nitekim özellikle savaş zamanlarında münafıkların, müminleri mümkün olduğunca uzaktan izlemeyi tercih ettiklerini geçmişteki örnekleriyle Allah müminlere haber vermiştir:


Onlar (münafıklar, düşman) birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer (askeri) birlikler gelecek olsa, çölde bedevi-Araplar arasında olup sizin haberlerinizi (ordan) sormayı cidden arzu ediyorlardı. Fakat içinizde olsalardı ancak pek az savaşırlardı. (Ahzab Suresi, 20)


Ve yine bir başka ayette, müminlerden uzakta kalmaya, onların başlarına gelen olaylardan etkilenmemeye çalışan münafıkların kendilerini nasıl karda saydıkları şöyle bildirilir:


Sana iyilik dokunursa bu onları fenalaştırır, bir musibet isabet edince ise: 'Biz önceden tedbirimizi almıştık' derler ve sevinç içinde dönüp giderler. (Tevbe Suresi, 50)


c) Allah'ın elçisine itaat etmedikleri için:


Allah'ın elçisine itaat eden mümin, Allah'ı ve O'nun kitabını herşeyden üstün tutuyor demektir. Çünkü Allah'a ve Kuran'a itaat, elçiye de itaat etmek demektir. Allah'a gönülden bağlı ve itaatli olan müminler, elçiye de aynı bağlılığı ve itaati gösterirler. Allah'ın elçisi onlar için kendi canlarından, kendi öz nefislerinden daha değerlidir. Kuran'da Peygamberimiz (sav)'i canları pahasına koruyan, onunla birlikte savaşa giderek, onun nefsini kendi nefislerinden üstün tutan müminlerden söz edilmektedir.


O dönemin münafıkları ise savaşa gitmemiş ve Peygamber Efendimiz (sav)'i korumak zorunda kalmamış oldukları için kendilerini son derece karlı ve akıllı saymışlardır. Savaşa katılan, ancak korkup geri dönen münafıklar ise Hz. Muhammed (sav)'in kendilerini çağırmasına kulak vermemişler ve ardlarına bakmadan kaçmışlardır:


Siz o zaman durmaksızın uzaklaşıyor, kimseye dönüp bakmıyordunuz. Elçi de sürekli sizi arkadan çağırıyordu... (Al-i İmran Suresi, 153)


Bu kaçışın onları kurtardığı kanaatindedirler. Oysa Peygamberimiz (sav)'in emrinden çıktıkları için, çok büyük bir hataya düşmüşler, Allah'ın hoşnutsuzluğunu kazanmışlar ve dolayısıyla sonsuz bir azaba mahkum olmuşlardır.


'İYİ NİYETLİ ' OLDUKLARINI İDDİA EDERLER


Münafıklar fitne ve nifak konusunda adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Ancak müminlerden çekindikleri için yaptıkları her bozgunculuk ortaya çıktığında yemin ederek, kendilerinin aslında 'iyi niyetli' ve uzlaştırıcı olduklarına müminleri inandırmaya çalışırlar. Yaptıkları her bozgunculukta özellikle elçiye giderek yaptıkları şeyin iyi niyetli olduğuna onu inandırmak için çaba harcarlar. Bunun açık bir örneğini Kuran'da görmek mümkündür:


Öyleyse nasıl olur da, kendi ellerinin sundukları sonucu, onlara bir musibet isabet eder, sonra sana gelerek: 'Kuşkusuz biz iyilikten ve uzlaştırmaktan başka birşey istemedik' diye Allah'a yemin ederler. İşte bunların Allah kalplerinde olanı bilmektedir... (Nisa Suresi, 62-63)


Elbette ayette de belirtildiği gibi Allah, onların yalan söylediklerini ve kalplerinde neler gizlediklerini çok iyi bilir. Ve bunu 'dilediği bir zamanda' mutlaka ortaya çıkarır. Elçisini de onların bu durumundan haberdar eder.


Kendilerini övgüyle temize çıkarmaya çalışırlar
Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir... (Nisa Suresi, 49)


Münafıklar için insanların rızasının ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştık. Nitekim insanların rızasını kazanabilmek maksadıyla, yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi durmaksızın kendilerini överler. Yaptıkları tüm hataları örtmeye, saklamaya ve eğer bir hataları ortaya çıkarsa da çeşitli bahanelerle nefislerini temize çıkarmaya çalışırlar. Üstelik kendilerini -hiç öyle olmadıkları halde- insanlara karşı takva olarak tanıtmaya özen gösterirler.
Ancak elbette ki bu uğraşıları da ancak kendileri gibi kişiler arasında başarı sağlar. Samimi müminler onların bu ikiyüzlü tavırlarını çok geçmeden teşhis eder ve ona göre bir tavırla gerekli karşılığı verirler.


KENDİLERİNE ÖGÜT VERİLMESİNE DAYANAMAZLAR


Sitenin başından beri üzerinde durduğumuz gibi münafıkların en önemli özelliklerinden biri şeytani kibirleridir. Bu kibir içlerinde o derece büyümüştür ki hiçbir konuda eksik olduklarını, hatalı olduklarını kabul etmeye yanaşmazlar. Eğer bir eksiklikleri ya da hataları kendilerine söylenirse de bunu söyleyen kişiye karşı müthiş bir öfke duyarlar.


Ancak müminlerin ve özellikle elçilerin en önemli vasıfları 'iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek'tir. Yani inananlar sürekli olarak birbirlerine öğüt verir, hatalarını, eksikliklerini gidermeye çalışırlar. Münafıklar da mümin topluluğunun içinde bulunduğu için onlar da müminlerin Allah'ın rızasını kazanmak için uyguladıkları bu ibadetle sık sık muhatap olurlar.


Kendilerini kusursuz gören münafıkların, verilen öğütler karşısında öfkeye kapıldıklarını, Hz. Muhammed (sav) döneminde yaşamış münafıkların anlatıldığı ayetlerde görürüz. Kuran'dan kendilerine yapılan hatırlatmalar karşısında öylesine azgınlaşmışlardır ki, "... seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi..." (Kalem Suresi, 51) ayetinde ifade edildiği gibi, Peygamberimiz (sav)'e duydukları kini, öfkeyi, nefreti gizlemeye dahi gerek görmemişler, bunu bakışlarıyla açıkça ortaya koymuşlardı.
Şüphesiz bu, Peygamberimiz (sav)'in onlara öğütlerde bulunması nedeniyleydi. Eğer elçi onlara ölümün yakınlığı, ahiretteki cehennem azabının şiddeti, Kuran'a muhalefet edenlerin dünyadaki ve ahiretteki durumları gibi önemli konuları hatırlatmasaydı ve onları bütün kavme karşı övseydi, kuşkusuz münafıklar elçiye karşı kinlenmezlerdi. Fakat Allah'ın değişmez bir kanunu olarak elçiler, kendi üzerlerine düşeni eksiksiz yapar ve kim olursa olsun iyiliği emredip, kötülükten men etmeyi sürdürürler.


BELA GELMEZ ZANNEDERLER


... Ve kendi kendilerine: 'Söylediklerimiz dolayısıyla Allah bize azap etse ya' derler. Onlara cehennem yeter; oraya gireceklerdir. Artık o ne kötü bir gidiş yeridir. (Mücadele Suresi, 8)


Yapıp ettiklerini sürdürmelerinin, yaptıklarından hiçbir şekilde vazgeçmemelerinin bir nedeni de "bela gelmez" zannetmeleridir. "Bela gelecek olsaydı şimdile kadar gelirdi" şeklinde mantıksız bir düşünceye sahiptirler. Oysa bu tamamen onların zannıdır zira Allah'ın kuralları çok farklıdır. O dilerse hemen bela verir, dilerse de belli bir süreye kadar erteler.


Üstelik münafıklar, zannettiklerinin aksine sürekli belaya uğramaktadırlar da kendileri farkında değildirler. Anlatımlarında ve bakışlarında bozukluk olması, akledemiyor olmaları, sürekli devam eden bir huzursuzluk, tevekkül edememekten kaynaklanan daimi bir stres, güzelliklerden zevk alamama ve nimetin değerini bilememe onlara musallat olan belalara örnektir.
Allah onlardan kiminin ölümünü ise erteler, böylece dünyadaki inkarlarının artması için onlara süre verir. Bununla birlikte cehennemde görecekleri azabın şiddeti de, aynı oranda artmış olur:


Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)


SAHIP OLDUKLARI DÜNYEVİ DEĞERLERİN KENDİLERİNİ KORUYACAĞINI ZANNEDERLER


Bu kişilerin sahip oldukları dünyevi değerlerden dolayı üstünlük tasladıklarına ve kendilerine olan güvenlerini bunlardan elde ettiklerine daha önce de değinmiştik. Aileleri ve sahip oldukları mal-mülk özellikle güvendikleri dayanakların başında gelmektedir.

Ailelerinin ve sahip oldukları maddi değerlerin kendilerini dünyada da ahirette de koruyacağını düşünür ve bu şekilde kendilerini rahatlatırlar. Dünyada Allah'tan gelecek bir belaya karşı, dünyanın en nüfuzlu, en zengin insanlarının dahi engel olmaya güç yetiremeyeceklerinin farkında değildirler. Bu yüzden de çok anlamsız bir müstağniyet içindedirler.


Oysa güvendikleri herşeyin tek tek yok olduğuna şahit olacaklardır. Hesap gününde yanlarında ne aileleri, ne de dünyadayken sahip oldukları değerler hazır bulunmayacaktır. Tam tersine, orada yapayalnız ve yardımcısız kalacaklardır. Üstelik bu sayılanların dünyada da kendilerine bir fayda vermediğini, Allah'ın verdiği çeşitli musibetlerle anlayacaklardır.


Münafıklar, daha önce de bahsedildiği gibi, din ahlakını kabul etmemekle, mümin topluluğundan uzaklaşmakla kendilerini karda zannederler. Bu sayede nefislerinin arzularını "rahat rahat", "diledikleri gibi" yaşayabileceklerini sanırlar. Ölümün ya da herhangi bir bir hastalığın, belanın onları bulmayacağı, uzun yıllar güvenlik ve huzur içinde yaşayabilecekleri düşüncesindedirler. Oysa tam tersine belalar, sıkıntılar ve hastalıklar peşlerini hiç bırakmaz. Nitekim Allah müminlere, dinden dönenlere dünyada da ahirette de bir sıkıntı isabet ettireceğini ayetleriyle şöyle müjdelemiştir:


Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. (Taha Suresi, 124)


KENDİLERİNİ CENNETLİK SANIRLAR


Münafıkların taşıdıkları özelliklerden biri de ahiret inançlarının çok zayıf ve çarpık olmasıdır. Birçoğu öldükten sonra dünyada işledikleri suçların hesabını vereceklerine inanmaz; buna ihtimal verse dahi yapması gereken herşeyi yaptığını zannettiği için kendini 'cennete layık' olarak görür. Bu yanlış zanları Kuran'da şöyle örneklendirilmiştir:


'Kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.' (Kehf Suresi, 36)


Kendi bozuk mantığına göre 'nasıl olsa mümin topluluğu ile beraberdir, iyi -kötü yaptığı bazı hizmetler de vardır. O halde ahirette bunların karşılığını görecek ve mutlaka cennete girecektir. Veya en kötü ihtimalle cehennemde cezasını çekip yine cennete girecektir'. Allah münafıkların bu gerçek dışı zanlarını Kuran'da şöyle bildirmektedir:


Bu, onların: "Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak" demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür. (Al-i İmran Suresi, 24)


Oysa ayette de ifade edildiği gibi, bu bir iftiradır ve bundan dolayı münafıklar, dinleri konusunda yanılgıya düşmüşlerdir. Yukarıdaki ayetin arkasından gelen ayette bu yanılgıları sonucu nasıl bir durumla karşılaşacaklarına da şöyle hükmedilmektedir:


Artık onları, kendisinde şüphe olmayan bir gün topladığımızda ve her bir nefse -haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı tam olarak ödendiğinde nasıl olacak? (Al-i İmran Suresi, 25)


�ÜSTAĞNİYET HASTALIĞI�IN ZARARLARI


... Münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin. Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür. (Fetih Suresi, 6)


Müstağniyet münafıklar için başlı başına bir bela kaynağıdır. Ancak önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi kendileri çoğu zaman bu belaların farkında değildirler. Hatta o derece müstağnidirler ki "... söylediklerimiz dolayısıyla Allah bize azap etse ya..." (Mücadele Suresi, 8) diyecek kadar ileri gidebilirler. Ancak daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, kendileri açıkça görülen bir musibet beklerlerken aslında sayısız musibete uğramışlardır da farkında değildirler.
Nitekim gerek fiziki, gerekse manevi olarak çeşitli zararlar görürler. Allah ayetlerinde münafıkların uğradıkları bu zararlardan bahsetmiştir. Şimdi bunları maddeler halinde inceleyelim.


1) Akılları kapanır:

Bir insanın sahip olabileceği en önemli değerlerden biri akıldır. Akılsız insan çok zavallı bir konumdadır; ancak akılsız olduğu için bunun dahi farkına varamaz. Zeka ile aklı birbirine karıştırır ve tavırlarındaki, kararlarındaki isabetsizlikleri tesbit edemez.
Münafıklar için de aynı şey geçerlidir. Münafık belirli bir zekaya sahip olabilir, ama asla Allah'ın yalnız samimi müminlere nasip ettiği, 'doğruyu yanlıştan ayıran bir anlayış kazandıran' akla sahip değildir. Böylece en büyük nimetlerden birinden mahrum kalmış olur.
Akıl, insanın en büyük ihtiyaçlarındandır. Kişi hayatının her anında akla muhtaçtır. İyiyi kötüden ayırt edebilmek, kötülükten kendini sakındırabilmek için akıllı olması şarttır. Münafığın dünyaya olan bağlılığı aklının kapanmasına neden olmuştur. Bu nedenle en kolay akledilebilecek konularda bile başarı gösteremez. Münafıkların bu akılsızlıklarının en büyük delili, yaptıklarını Allah'ın görmediğini zannetmeleridir. Bundan dolayı müminleri aldatmaya çalışırlar ve aldatabildiklerine de inanırlar. Kuran ise onlara şöyle seslenir:


(Peki) Onlar, Allah'ın, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı? (Bakara Suresi, 77)


Bir diğer akılsızca iddiaları, Allah'ın kendi durumlarını ortaya çıkarmayacağını zannetmeleridir. Oysa Allah tarih boyunca yaşamış olan bütün münafıkları din gününde toplar ve hepsini cezalandırır. Hesap gününden önce dünyada da akılsızlıklarıyla onları küçük düşürülmüşlerden kılar.


2) Ayetleri kavrayamazlar:


Samimi Müslümanların en önemli özelliklerinden biri Kuran'da, "Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır" (Furkan Suresi, 73) ayetiyle de ifade edildiği gibi, Allah'ın ayetlerine karşı çok duyarlı olmalarıdır. Her mümin Kuran'daki tüm ayetlerin kendisini ilgilendirdiğini, hiçbirinden uzak ve bağımsız olamayacağını bilir. Ancak bu ruh haline sahip olabilmenin çok önemli bir şartı vardır. Kişi çok tevazulu olmalı, kendisini hiçbir hata ve kusurdan münezzeh ve müstağni görmemelidir. Bu gerçek samimiyet ve tevazu olduğunda Allah, ayetlerinin manasını kişinin kalbine yerleştirir.
Samimiyetten uzak olan ve içlerinde müthiş bir kibir taşıyan münafıklar ise, müstağniyetlerinden dolayı bu kavrayışa asla sahip olamazlar. Sürekli olarak elçinin tebliğiyle muhatap oldukları halde, onun söylediklerinden tek bir kelimeyi dahi kavramaya güç yetiremezler. Bu anlayışsızlıkları Kuran'da şöyle bildirilmektedir:


Şimdi sen, ölülere (söz) duyuramazsın ve arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Ve sen kendi sapıklıkları içinde kör olanları da doğruya iletici değilsin. Sen yalnızca, Bizim ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin ki onlar Müslümanlardır. (Rum Suresi, 52-53)


Elçinin sözlerine icabet etmeyen münafıkların Allah'ın ayetlerini de anlayamayacakları, müstağniyetlerinden dolayı kavrayışlarının kapatıldığı yine Kuran ayetleriyle şöyle bildirilir:


Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)


Yine içlerinde barındırdıkları 'müstağniyet hastalığı'nın bir sonucu olarak Allah'ın kitabını kavrayamadıkları gibi, çeşitli ayetleri de çarpık yorumlarlar. Bunun sebebi içlerinde taşıdıkları kibir ve 'düşük' akıllarına olan anlamsız güvenleridir. Allah onların ayetleri çarpık yorumlayarak mümin topluluğu içinde fitne çıkarmaya çalışacaklarını müminlere Kuran'da önceden haber vererek müminleri münafıkların bu hastalığına karşı şöyle uyarmaktadır:


Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Al-i İmran Suresi, 7)


3) Allah manevi yönden çeşitli belalar musallat eder:


Allah'a karşı büyüklenen ve kendilerini müstağni gören insanlara Allah manevi yönden de çeşitli sıkıntılar tattırır ve bu dünyada ayetin ifadesiyle onlara 'sıkıntılı bir geçim' kılar. Münafıklar, manevi olarak verilen bu sıkıntıların nereden kaynaklandığını da kavrayamazlar ve sebebini bir türlü anlayamadıkları bir bunalım içinde yaşamlarını sürdürürler.


İlk olarak içlerinde nedenini teşhis edemedikleri bir huzursuzluğu sürekli barındırırlar. Aslında bu huzursuzluklarının nedeni çok açıktır.


Her insanın nefsinde kötülük vardır. Ancak her nefis kötülüğü bildiği gibi, ondan sakınmayı da bilmektedir. Zira Allah nefse günah ve kötülüğü verirken aşağıdaki ayette ifade edildiği gibi 'ondan sakınmayı' da ilham etmiştir:


Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)


Görüldüğü gibi, nefsin içinde nasıl ki insanı kötülüğe çağırıp duran bir yön varsa, aynı zamanda onu durmaksızın iyiliğe çağıran vicdan da bulunmaktadır. Nefsin sesi şeytanın, vicdanın sesi ise hakkın sesidir. Münafıklar, sürekli olarak vicdanlarının sesini duymamazlıktan gelerek, nefislerindeki kötülükleri ön plana çıkarırlar. İşte bu noktada büyük bir ruhi çatışmaya girmiş olurlar ve bunun sonucu olarak da içlerinde daimi bir huzursuzluk yaşarlar.


Sebebini bir türlü teşhis edemedikleri bu huzursuzluk yanında, sürekli olarak tedirginlik ve korkuyu da içlerinde barındırırlar. Bütün bu korku ve kaygıların altında yatan neden, Allah'a olan uzaklıkları, herşeyin O'nun kontrolünde olduğunu kavrayamamalarıdır. Bilakis olayların kendi kontrollerinde gelişeceğini zannettikleri için her ayrıntıyı ayrı ayrı hesaplamaları gerektiğine inanırlar.
Örneğin tüm inkarcılar için olduğu gibi münafıklar için de nasıl yaşayacakları, insanları nasıl memnun edecekleri, sağlıklarını nasıl koruyacakları, hiçbir hastalığa yakalanmamayı nasıl başaracakları gibi bir sürü dünyevi endişe kafalarını sürekli meşgul eden konulardır. Tabii ki hepsi bununla da bitmez; olayların hiç de kendi düşündükleri gibi gitmediğini görünce paniğe kapılarak, dünyanın peşinden daha çok koşmaya başlarlar. Bu durum öldükleri ana kadar devam eder durur. Tevekkül edip, işlerini Allah'a bırakmadıkları, O'na muhtaç olduklarını kabul edemedikleri için, stres ve tedirginlik peşlerini bırakmaz. Kaygılı ruh yapıları Kuran'da şu şekilde tarif edilir:


... Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar... (Münafikun Suresi, 4)


Tüm bu tedirginliklerinin yanında, bir de kendilerini sevdirmeye, insanları razı etmeye yönelik çabaları onları daha da kötü bir duruma düşürür. Zira durmaksızın kötülük işleyen, günaha batıp yara alan münafıklar, aslında pek çok kişi tarafından da sevilmezler. Müminlerin nefretini kazandıkları gibi, çevrelerindeki diğer kişilerin de antipatisini kazanır ve hatta oldukça itici bulunurlar. Allah onları insanlara itici göstermekle, sevdirmemekle aslında karşılaşabilecekleri en büyük belalardan birini vermiş ve onları dünyada da ahirette de yapayalnız bırakmış olur.
Allah'ın sevmediği gibi, kimsenin de hoşlanmadığı bu insanlar, -hiç olmadıkları halde- kendilerini büyük göstermeye çalışarak, durmadan övünerek, aslında son derece aşağılık bir duruma düşer ve çevreleri tarafından küçük görülürler. Dolayısıyla insan olarak hakiki bir saygı ve değer görmezler, fikirlerine de hiçbir şekilde önem verilmez. Dünyada ve ahirette küçük düşürülmüşler olacakları Kuran ayetleriyle de haber verilmektedir:


... Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette de büyük bir azap vardır. (Bakara Suresi, 114)


... Yoksa siz Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir... (Bakara Suresi, 85)


4) "Nasıl olsa bağışlanırız" diye düşünürler:


... (Bunlar) şu değersiz olan (dünya)nın geçici-yararını alıyor ve: 'Yakında bağışlanacağız' diyorlar... (Araf Suresi, 169)


Münafıklar içlerinde taşıdıkları 'müstağniyet hastalığı' sebebiyle Allah'ın kendilerini çok sevdiği, bir hayır olduğunda mutlaka onlara vereceği kanaatindedirler. Yaptıkları onca şeytani davranışı aslında iyi niyetle yaptıklarını savunurlar. Bu arada yukarıdaki ayetin de ifadesiyle "eğer kötü birşey yapıyorsak, nasıl olsa bağışlanırız" diye düşünürler. Bu, onların Allah'ı tanımamaları, O'nun adaletini takdir edememelerinden kaynaklanır.


Oysa Allah, kötülüğün karşılığını mutlaka verendir. Münafıklar ise dünyada yaptıklarını yeterli görmeleri sebebiyle ahirette büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. Onlar görünürde mümin topluluğu ile beraberdirler, çeşitli faaliyetler yapıyor da olabilirler ama kalplerinde taşıdıkları hastalık sebebiyle ahirette tüm yaptıklarının boşa çıktığını göreceklerdir. Ancak yine müstağniyetleri onların bunu dünyada kavramalarını engeller. Ahirette karşılaşacakları durum ise ayetlerde şöyle anlatılır:


De ki: "Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?" "Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar." (Kehf Suresi, 103-104)


5) Müstağniyetin getirdiği fiziki zararlar:


Münafıkların, yaptıklarının neden olacağı sonuçlardan habersiz olduklarını daha önce de vurgulamıştık. Onlar zarar göreceklerini düşünmek bir yana, ayette bildirildiği üzere "iyi işler yapmakta olduklarını zannettikleri" için kendilerine yapılan uyarılar ve hatırlatmalar onları oldukça şaşırtır. Karşılarındaki müminlerin hatalı davrandıklarını, 'masum' insanları gereksiz yere uyardıklarını düşünürler. Elçinin ve müminlerin kendilerini anlayamadıklarını, takdir edemediklerini zannederler. Fakat özellikle elçi onların kalplerindeki hastalığı gerek dış görünüşlerinden gerekse bozuk konuşmalarından rahatlıkla anlayabilmektedir. Nitekim Allah ayetinde elçinin onları tanıyabileceğini şöyle haber vermektedir:


Eğer Biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın. Andolsun, sen onları, sözlerin söyleniş tarzından da tanırsın. Allah, amellerinizi bilir. (Muhammed Suresi, 30)


Oysa 'müstağniyet hastalığı', baştan beri anlattığımız gibi onlara çok fazla zarar getirir. İçlerindeki karanlık, tedirgin, sinsi ruh hali dış görünüşlerini de tamamen etkiler. Gerek konuşmalarında, gerekse fiziki görünümlerinde münafıklıklarına dair bariz delillere rastlanır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bu konuda teşhis koyabilecek olan yalnızca elçidir. Elçinin tarifiyle yanındaki müminler de onların içlerindeki hastalığın nasıl dışlarına yansıdığına şahit olurlar.


Konuşma üsluplarının ve bakışlarının bozuk olması, çirkinleşmeleri, yüzlerine karanlık bir ifadenin çökmesi, en basit konuları bile kavrayamamaları, akledememeleri, sadece bu hastalığın yol açtığı zararlardan bazılarıdır. Fakat onlar ellerindeki nimetlerin kendilerinden tek tek gittiğini göremezler, tam tersine herşeyin yolunda gittiğini zannederler. Hatta dış görünüşlerinde, mimiklerinde, bakışlarında ve konuşmalarında oluşan bozukluğun dahi şuuruna varamazlar. İşte bu da Allah'ın onlara verdiği hem büyük bir bela, hem de tuzaklarını başlarına geçiren daha büyük bir tuzaktır.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder